15 Eylül 2010 Çarşamba

Arrivederci.

- Bana en iyi işini yap!
- Kafanda tasarladın mı?
- Orospu olsun dövmem. Renklendirme sakın! Ben boyarım isteyince.
- Neye benzesin?
- İdam kararı öncesi bir hâkimin, katil avındaki polisin, beyin ameliyatındaki doktorun fantezilerinde ki bilinçaltı olsun. Yeri geldiğinde pahalı ambalajında ulaşılması zor, yeri geldiğinde her plakaya bir orgazmı olsun. Sağ kolunda ki damarı belirgin olsun, altın vuruşabilsin.
- Olmaz! Kimyasala karşıyım.
- Ne aksi adamsın.. Napalım, otun dumanından o da nasbini alacak.. Omzuma yap ki yakın olsun.
- Koca memeli mi istersin?
- Bacakları açık olsun yeter. O bari uğraştırmasın.
- Ben de öyle düşünmüştüm..
- İyi yerleştir derimin altına o şeytanı. Çıkmasın dışarı yakın zamanda.
- Bir isim koyacak mısın?
- Adı Simona. Merhumu yad etmek gerek.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Ayıptır yau!

Her şeye bir çare buldular. Converse bağcıklarının, bisikletin pedallarına takılmasına bir çare bulamadılar.

13 Temmuz 2010 Salı

bir kız.

İçinde olunca tamam da, içimde olunca beceremiyorum..

29 Haziran 2010 Salı

perhiz-lahana turşusu

Bu sabah yataktan kalktım. Aynada kendime bakarken, amaçsızca güldüm. O anda kendimi Bedük' e benzettim.
Hayırdır inşallah..

PS: Burcu Esmersoy ile alakası yok..

25 Haziran 2010 Cuma

-sız

Bugün otobüs çok sessizdi. Hani olur ya, birden hız tuzağı filmindeki gibi bir olay olursa, otobüsü birileri ele geçirirse, bende kahramanlık yaparsam, otobüste kimi öperim, diye baktım. Kimse yoktu.
Şansıma sıçayım.

anne sözü

"Verona'da, ver ona." dedi. Juliet dinlemedi.
Sonuç yine hüsran.

21 Haziran 2010 Pazartesi

itafen(2)

Hocam saygılar,

Hocam bir durum vardı sizinle paylaşmak istediğim.

Sürekli deney yapıyoruz, tutup tutmuyacağını görmek için. Çoğu zaman gözlüksüz çalışıyoruz, çok canımız yanıyor. Sonra gözlük takıyoruz, bu sefer de hem rahat olamıyoruz, hem de çıplak gözle görebileceklerimizi kaçırıyoruz. Bazen yaptıktan sonra deneyi öylece unutuyoruz, onarılmaz zararlar geliyor, deneyler amaçlarından sapıyor.
E, amacımızda araştırmacı olmak tabi. Bizim kitabımızda gözetmenlik yazmaz ki, sadece lazım olduğunda orda olalım, saatlerce birşey yapmadan oturalım. Her an her türlü durumda ulaşılabilmeliyiz. Uzaktaysak ta internet var.
Asistanlık tamam da hocam, deney işinden cayıyorum. Tezimi geçicek kadar deneyim var, fazlasına da gerek yok. Son sekiz senedir olduğu gibi bundan sonra da aynı şekilde devam etmek istiyorum izninizle hocam.
Doğum gününüz kutlu olsun.

9 Haziran 2010 Çarşamba

itafen(1)

İçindekini görmesine bir nur yetti.
Gün batımından şafağa bir mevsimde geçti.
İçli olduğu kadar da işli,
Ömürlük oldu yerleşkesi.

bulutlu hava

İşler çığırından çıkmak üzere! Çığırtkanlıkla, hayatıma müdahale etmek için haykıran çığırtkanlar, artık anca kendi türkülerini çığırıyorlar. Şimdi ise, içten içe çığlık çığlığa bağıran ben'im, bu gürültü içinde işleri çığırında tutmam lazım. Yoksa, ikinci çığlık daha gür, çığırtkanlar her yerde olacak.

6 Haziran 2010 Pazar

Maraş Dondurması

Çok uzun yıllar önce, çekirdek aile olarak hayvanat bahçesinden dönüyoruz. Bütün gün boyunca, envai çeşit hayvan görmüşüm, hayal gücüne büyük katkı yapılmış, değişik bir aktivite içinde yer almışım. Ruhen tatmin söz konusu. Bunların üzerine de cila olsun diye, dondurmayla final yapasım var. Tutturuyorum. Fedakâr ebeveynler sağ olsunlar, duruyoruz bir dondurmacının önünde. Bıyıkları pala, kafasında renkli bir fes, üzerinde Osmanlı’dan kalma bir tulum, elinde uzunca bir sopa. Öyle bir dondurmacı görmemişim daha önce. Mehter takımı şefiyle, yeniçeri arası bir şeye benziyor.
Dondurma alımı arifesinde, dondurmacıyla, aile büyüklerinin teması söz konusu. Dile tam hâkim değilim diye midir, bilmiyorum, bana fazla söz hakkı tanınmıyor o yıllarda. Konuşma sırasında, bizimkilerin ağzından şu sözcükler çıkıyor: "İlk önce çocuğa verelim de, o bir yiyedursun…". O bir yiyedursun! Hızlı söylenince, bir Etiyopyalı atlet ismi gibi dursa da, bu sözcükler sihirli sözcüklermiş. Ben bilmiyorum o anda tabi. Diyorum, "ne kadar fedakâr ailem var. Biricik oğullarına yemedim yedirdim muhabbeti yapıyorlar.", diye düşünüyorum. Ama acı gerçeği sonradan ortaya çıkıyor.
Artık dondurmacıyla baş başayım. Şehrin ortasındaki iki kovboy gibi silahlarını çekmiş, birbirimize bakıyoruz. Ama ben daha çok, gözünü seveyim abi, fazla acımasın, şeklinde bakıyorum. Tonton tipli de bir adam, yok diyorum, bundan zarar gelmez. Nerden bileyim, bebek yüzlü bir şeytan olduğunu. "Kornet mi, normal mi?", sorusuyla başlıyor dram. Havluyu kaldırıp, sopayı sokuyor dondurma fıçısına. O zamana kadar orda olmayan halk, Vietnamlılar gibi, birden ortaya çıkıyor. Olacakları önceden sezmişler. Her zaman yaptıkları halka modeliyle, seyirci olarak yerlerini alıyorlar çevrede.
İlk önce sopayı, ucunda dondurma ve külah olacak şekilde uzatıyor. Tutuyorum külahı, dondurma sopada kalıyor. Sonra tekrar uzatıyor. Tutuyorum. Dallama iki külah koymuş, boş külah elimde kalıyor. Bir sonraki sefer tutmaya çalışıyorum, sopayı kendi ekseni etrafında döndürüyor, yakalayamıyorum. Hagi'nin sol ayağı gibi kullanıyor sopasını terbiyesiz adam. Soğuk terler boşalıyor benden. Gözünün içine bakıyorum, “Yapma...”, diyorum. “Topladın kalabalığı, yaptın reklamını. Bak, izleyenlerin küçük kızları var, rezil rüsva oluyoruz”, diyorum. Ama umrunda mı? O da bizimkilerden destek alıyor. Bizimkiler de, "Ulen, çocuğu bu kadar madara etceğini bilseydik, paket ister, evde yerdik. Neyse, olan oldu, bari eğleniyor gibi yapalım..." diyerek, etraflarına gülücük saçıyorlar. Onlar gülünce dondurmacı da coşuyor.
Yeni külah veriyor. Elimde külah beklerken, fıçıdaki bütün dondurmayı koymaya çalışıyor. Çevredekiler artık 'gülme'nin Hıncal Uluç safhasına geçiyorlar. Bir yandan, akranım kız çocuklarının önünde, erkeklik gururumun darbe alması, bir yandan, dondurma için iyice sabırsızlanmam sonucunda, kendimi şebek gibi hissederek, sinirlenmeye başlıyorum. Ama abimin maşallahı var. Sanatına zeval gelmesin, son sürat devam ediyor. Bir de öyle bir tuzağı var ki, o dondurmayı almak için her şeyi yapacak kıvama geliyorum. Bir elinde ateşten çember, öbür tarafta da dondurmayı tutsa, "atla!" dese, atlıcam. Her numarasında, adama iyice kıl oluyorum. Çocuk aklı, yasal yollarla çözüm aramayı düşünüyorum; eniştenin biri polis, büyük dayı polis. Şikâyet ediciiim görürsün, diyorum. Artık gözümdeki umutsuzluk, nefret ve elde edememenin burukluğunu gördüğünden midir, yoksa numaraları bittiğinden mi, dondurmayı peçeteye sarıp veriyor. O anda büyük bir alkış tufanı! Şak şak şak şak!..Kendimi, Oscar törenlerinde, kırmızı halıda dondurma yerken hayal ediyorum. E, haklılar şimdi, sabrıma hayran kaldılar. Adamdan dondurmayı almayı başardım, yendim onu, diye alkışlara sebeplenirken, anlıyorum ki, dondurmacı alkışlanıyormuş. Hatta dondurmacının orda harcandığı bile konuşuluyor. Ulen diyorum kendi kendime, bir dondurma yiyeceğiz burnumuzdan geldi. Neyse iyi yanından bakıcaz ya olaya; dondurmayı aldık, yaşananlar mazi de kaldı. Bir kere yalayınca bir şey hatırlamayacaksın, diyorum.
Ama maalesef öyle olmuyor. Seneler geçiyor, anlıyorum ki, Maraş Dondurmacısı Etkisi hastalığına yakalanmışım. Ne zaman canım dondurma istese ve Maraş dondurmacısı görsem, 'abim yine gaza gelir de aynı şeyleri yaparsa, tatsızlık çıkmaması için, ben de yine yemiş gibi yaparım', diye ayaklarım geri geri gider.

4 Haziran 2010 Cuma

Yapılacaklar

1- Yapılacaklar listesi oluştur.

Planlı yaşamak lazım..

27 Mayıs 2010 Perşembe

ışıklar

"Niye burda duruyoruz ki?", diye sordu. Terasa çıktı. Milano'nun bütün ışıkları ona göz kırpmaya başladı. Arkasından gittim. Arkasında durdum. O ışıkları seyretti. Ben onu seyrettim. O sırada bir rüzgar esti. Elbisesi inceydi. Ceketimi çıkardım ama saramadım.

Köprücük kemiklerini sevdiğim dilber...

Ben onun arkasına aşıktım.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Alışveriş!

Alışverişten nefret ediyorum! Her türlüsü; giyim, kuşam, gıda.. İhtiyacım olmasa, zorunda kalmasam, hayatta gidip, uğraşmam. Geriliyorum, kan şekerim düşüyor, afakanlar basıyor. Bataryası bozuk cep telefonu gibi oluyorum. Redbull'undan, supradyn'e, mesir macununa kadar her şeyi denedim. Bütün enerjimle başlıyorum güne, atmışım kendimi dışarı, daha ilk mağaza, ilk pantolonu denerken düşük pil uyarısı veriyorum. Bir gün değişme kabininde ki taburenin üzerinde uyuyakalıcam diye korkuyorum. Zaten üçüncü değişimden sonra, kabin de havasızsa, aynaya bakınca anlamıyorum nasıl olmuş. Robocop'un kafasına kurşun yediğinde ki gibi, görüntü bir bulanıklaşıyor.

Bir mağazaya bile sabretmek çok zor benim için, tasarrufa kasınca işin içinden iyice çıkamıyorum. İlgili mağazalara gir, bul, dene, fiyat-performans eğrisi yap, parabol çiz, teğet geçir..Bunu yaparken de daha acı bir durum; belki daha iyisini bulamam diye, her tezgahtara küçük kibar birer nutuk at, ürünü ayırtmak için uğraş..

İndirim zamanları, mağazalarda, insanların, tanrı tarafında denenmesinin örnekleri yaşanır. Kabin kuyruğunda beklerken ki geçen sürede insanlar, acaba görmediğim bir şey var mıydı?, bakışlarıyla, diğerlerinin aldıklarını keserler. Soğuk savaş ortamı doğar. Bu anlamda, her türlü yol mubahtır. Bazı anneler küçük çocuklarına, sadece indirim günlerinde faydalanmak için bordo bereli eğitimi verirler. Çocuk emri alır, kayaların arasına sızan kum tanecikleri gibi, gider, o kalabalıkta, herkesten önce o kırmızı badiyi bulur. Mağazanın her bölümünde gerginlik tavan yapmıştır. Soğuk savaş yerini fiziksel kuvvete bırakır. Kalçası büyük kadınlar, park edemeyeceği yere girmeye çalışan uzun arabalar gibi, ucuz kıyafet almanın verdiği gazla, kendilerini sıfır beden zannedip, insanların arasına dalarlar. Sonuç, domino taşları vari, hüsran.

Bazen geçen sezondan satılmayan ürünleri 3 lira, 5 lira yapıp, ortalık bir yere koyarlar. Üçün, beşin hesabını yapmayan müşteride, naralar atarak hücum eder. Zaten o kadar kapışmadan sonra, ürün sanki bir sezon giyilmiş gibi eskitme deseni alır. O kargaşanın içinden istediği ürünü almış kadında, kasa kuyruğunda beklerken, diğer insanların gözünde gazi unvanı aldığını zanneder, savaş hikâyeleri tadında, o tişörtü nasıl aldığını anlatır.

Sadece kıyafet ve müşteriler arasında da değildir mevzu. Çoğu zaman tezgâhtarların pardon satış görevlilerinin(!) saldırılarına da karşı koymak gerekir. Tamam, meslek gerçekten kolay değil. Ama insan biraz halden anlar. Zaten ikna olmuşum, zar zor götümü kaldırıp gelmişim. Bir de üzerine sen sıkma di mi? İçimden "arkadaşım, işin yok mu senin!?", diye haykırasım geliyor ama zaten işleri bu, seni ayartmak! Olabildiğine çakallar. Çok akıllıca hamleleri var. Alışverişi sevmediğimi, fakat almak zorunda olduğum için orda olduğumu biliyorlar. (Yüzümdeki ifadeden olsa gerek.) Komisyon kapmak için yapmayacakları şey yok. Aralarında da konuşuyorlar, "Tamam bu beyefendi benim.." Alan savunması mı yapıyor sanki aq. Bazıları daha sinsi. Uzakta, pusuya yatmış seni izliyor, denemelerinden sonra, beğenip-almaya karar verdiğini mimiklerinden anladığı anda, "beyefendi, bu mu olacak?" deyip, barkoda hop, imzasını konduruyor. 1 müşteri daha cepte.

Yaz geliyor, kilo aldım. Artık eski tişörtlerim beni daha çok seviyorlar, daha sıkı sarılıyorlar bana. Bende çok ilgiden bıkan bir insanım. Çoğuyla bitirdim ilişkimi. Çekmecemle iki yabancı gibi olduktan sonra yeni heyecanlara atılmak için her şeyi göze alarak, dün alışverişe çıktım bende. Ayakkabısıyla donunu aynı renk giyen insanlarla aynı şehirde olduğumdan ötürü, her dükkân, her mağaza deli kalabalıktı. Başladım reyonları gezmeye. Buldukça elime aldım. Gidipte dönmemek, dönüpte bulmamak olduğundan, 2şer beden aldım hep. 1,2,3,5 derken elimde, kolumda yer kalmadı. Neyse dedim, elden biterim.

Uzunca bir süre kabin sırası bekledikten sonra boşalan ilk kabine atladım resmen. Elimdekilerden kurtulacağımı düşünürken bütün askıların dolu olduğunu fark ettim. Benden önceki kadına sövdükten sonra, “Artık yapacak bir şey yok.." deyip, benden önce denenen kıyafetlerden bir kaçını düzgünce yere serdim ve kendi müstakbel kıyafetlerimi onların üzerine koydum. Zaten dar olan kabin, iyice daraldı. Sonra ilk tişörtü denedim. Biraz küçük gibi geldi.(buradaki 'biraz' çok mütevazı söylenmiştir.) Aynaya bakmak için kafayı kaldırdığımda kabinde ayna olmadığını fark ettim. Dışarı çıkmam gerekiyordu. Bende dalmadan önce nefesi tutar gibi, derin bir nefes alıp dışarı çıktım. Tişört üzerime streç film gibi yapışmış halde beni görenler, falım sakızı reklamındaki köy ahalisinin huuuuuu!, şaşırmasındaki gibi kalakaldılar. Bende onların bu dehşet dolu bakışları arasında hemen aynaya bakıp, hızlıca kabine geri döndüm. Markanın büyüklüğüyle etiketin büyüklüğünü karıştıran tekstil firmasının köşeli etiketi her yerimi kesti. Birde küçücük kabine köşeli kolon denk geldiğinden dolayı, birkaç uzvumu da çarptım. Bu kabin tecrübesinden anladığım şu ki, ergenliğin ilk zamanlarına geri dönüyorum galiba. Sürekli M küçük, L büyük. Garson boy geyikleri geliyor aklıma..

Tansiyonumdaki önemli değişikliği fark edip, seçtiklerimin içinden, sınıfı geçenleri düzenlemek adına dışarı çıktım. Güzellik yarışmalarında ki "Kızlarımızı son kez, bir de mayolarla görelim.." mantığında, son karar için hepsini düz bir alana yaydım, düşünmeye başladım. Vücut ısım itibariyle, isilik olmamak için ceketimi çıkarmıştım. O sırada bir adam yaklaştı, ceketimi eline aldı, inceledi ve bana fiyatını sordu. Bende ilk, "O ceket benim", demek yerine, "Ben müşteri değilim", deyince, “Hmm, ok”, dedi, ve aldı ceketimi, fiyatını sormak için görevli aramaya başladı. Sonra ben o ceketin benim olduğunu anlatmaya çalışınca; o, ceketi ilk benim gördüğümü ve benim satın almak istediğimi düşündü. Bir yandan ceketimin akıbeti, bir yandan 45 dk denediğim tişörtleri dış mihraklardan koruma çabam........ O sırada bir ışık gördüm..=) Neyse, iki kulvarda da başarılı olduktan sonra, tişörtlerimle beraber kasaya yöneldim.

Yani, zaten isteksiz olup, birde böyle tecrübeler yaşayınca, bayanların bunu nasıl hastalık haline getirdiklerini anlamıyorum. Bunun neresi terapi, neresi depresiflikten kaçış. Ben olan sağlığımı da kaybediyorum. Ama kaç tane bayan tanırım ki, "Şuraya 5 lira borcum var. Hemen ödeyip, geliyorum.", deyip, elinde 4-5 torbayla geri dönen. Bence işin yasal uyuşturucu kısmı, bluzun ilk alındığındaki endorfin salgısı anı. Tabi, beyin o sırada rölantide çalışıyor. Düşünme, algılama, irdeleme gibi fonksiyonlar servi dışı. Ne zaman eve gelinip, durum fark edilip, ekstreler gözün önünden film şeridi gibi geçer, o zaman geriye sadece, "Bakııın, ne aldım?? Yakışmış mı??" kumarı kalıyor. Tek kurtuluş yoludur. En yakınındaki canlıya zorla, "Aaa süper, nerden aldın?.. Göbeğini göstermiyor, sen kilo mu verdin?" vb. yalanlar söyletmeye çalışılır. Taç olsun bizim olsun, tesellisi. Böyle bir durumda eğer iyi bir dost, arkadaş veya aile bireyiyseniz, karşısındakinin gözünün içine baka baka yalan söylersiniz ve depresif facia atlatılmış görünür. Aslında, sadece bir sonrakine kadar ertelenmiştir.

Gömlek Twitter'da!

Bu başlık, özleminden yandığım sılamda ne olmuş, ne bitmiş, daha hangi ülkelerle vize kalkmış, israilli bakan yine neler söylemiş, galatasaray'dan bu sefer kim gönderilmiş, öğreneyim diye girdiğim gazetenin, sayfasındaki manşeti. Gömleği giyense, sayesinde bütün siyasetçileri artık soyadıyla değil, adıyla ezberleten (bkz: recep bey, bülent bey) kılıçdaroğlu, nam-ı diğer kemal bey.
Volkswagen mantığıyla yola çıkan kemal bey, halkçı kimliğine uyuşmayan etro markalı bir gömlek ile kurultaya çıkmış, deniyor gazetede.
Öncelikle zaten bir bakışta o gömleğin markasının etro olduğunu görebilen halka, o gömlekle hitap etmek gerekir, ne kadar Beverly Hills halkına daha uygun gibi olsa da.. Bir de, niye kravat takmadın, diye sorulmuş. 500 liralık gömlekten sonra o boynu kravatla kapatırsan, hiç nefes alamazsın.
Hem belki hediye gelmiş olamaz mı? Medyatik adam, çevresi geniş. Bir doğum gününde birleşip almışlardır.
Ayrıca, burada krismıs zamanı deli indirim oluyor. "Hanım hanım, noel geldi! Hadi bir Milano yapalım, ucuzluk var. Yarın deniz bey istifa ederse, kurultayda giyecek bir göleğimiz olsun" diye düşünmüş te olabilir.
Sonuçta adam kurultaya oğlunun yatıyla katılmamış.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

"Özge hanım, bunun için bile olsa size yaklaşmak büyük zevk!"

Bu sözleri, İTÜ maden fakültesinden bir profesör, programına konuk olduğu Özge adında ki sunucuya söylemiş. Olay şu şekilde gelişiyor; profun yaka mikrofonu bozuluyor. Sunucu da kendi yaka mikrofonundan konuşması için, profu yanına çağırıyor. Prof da tam bu sırada bu sözleri söylüyor. Sonra sunucu kız da tek soru sorup, koskoca profu yolluyor. Ertesi gün haber sitelerine bu olay skandal başlıklarıyla düşüyor. Tabi ahlak avcısı türk halkı da "Nasıl olur?? Nasıl yapar? Koskoca profsun..Kızın yaşında, utan!" tarzında yorumları bombalıyor vakit kaybetmeden. Herkes kızı göklere çıkarıyor, profu itin götüne sokuyor. Sonuçta kazanan kızımız oluyor.

Ya, mevzu bahis koskoca profesör. Maden okumuş! Tahsilli adam. Konusunda uzman diye programlara çıkıyor. Nerde, nasıl davranacağını bilir herhalde. Demek ki, akademik çevrelerde bu tarz jestler, iltifatlar prim yapıyor. Zaten profun yaptığı tamamen temel erkek refleksi; bir yerden sonra kendini zorunlu hissetmeyle alakalı. Sunucu bayan, gece bir saat program yapıcam diye, giyinip kuşanmış, makyajlar yapmış, saatlerce hazırlanmış. İşçiliğe saygıdan söylemiştir, prof. Onu da geçtim, bu sunucu kızımız, koktellylerde, iş yemeklerinde, takım elbiseli apaçiler tarafından bu tarz iltifatlar hiç mi almıyor? "Doktor beni ellemesin, ameliyatı kocam yapar", mantığı nereye kadar?

Bence sunucunun da hoşuna gitmiştir. 70 milyonun önünde, koskoca prof iltifat ediyor, boru değil. Ama bariz bir şey var; türk halkı bu tarz olayların üzerinde titriyor. Fazla açık görüşlülük yaramıyor. Halk daha ona hazır değil. Özge' de, "çocuk-anne-baba" genel izleyici mantığına ters düşeceğini düşünüp, türk halkının gözünde puan kazanma, reytingini biraz daha artırma adına, bağrına taş basıp, iyi aile kızını oynuyor. Belki de, profun hafif bayanlara düşkün olduğunu bilen kanaltürk yönetimi de bunu tezgahlamış olabilir.

Ayrıca, olayın bir de şu yönü var. Sen koskoca profu gecenin bir saatinde kaldırıp getirmişsin stüdyoya. Konu hassas. Tam soru soruyorsun, konuğun mikrofonu çalışmıyor. Olacak iş mi, hangi devirde yaşıyoruz? Prof ta bütün olgunluğuyla, sunucu kızın mahcubiyetinin farkında, durumu geçiştirmek için böyle bir espri yapıyor. Sunucu da, olanlar yetmezmiş gibi üzerine bir de küstahlık yapıp, klasik türk kızı tribiyle, soğuk bir muhabbet ve tek soruyla konuğu uğurluyor. Zaten gece yayınlanıyor program. O şekilde birkaç soru daha sorsa, muhabbet, "çıkışta bir çorbacı yapalım mı?" ya kadar uzanıcak. Gerçi kızın da hakkını yemeyelim. Mikrofondaki problem devam ettiği için, "ulen, zaten zıçtık! İyice rezil olcağıma, bir yorum eksik olsun anasını satıyım..", şeklinde düşünmüş olabilir.

Sonuçta adam da medyatik, özge kadar olmasın, koskoca prof. Hem de madenci! Bence özgeyle birşeyler düşünseydi programa eli boş gelmezdi.

21 Mayıs 2010 Cuma

Şimdi seni yanımda çok isterdim

Tavuk göğsü kazandibi üzerinde tek top sade dondurma.

"..Kariyerimi pekâlâ F.Bahçe’de bitirmek isterim.."

Şimdi fenerbahçe taraftarları hariç herkes okçu sevinci yapıcak!

fetih

Simona ile oturuyorduk. Öpmek istedim. O sırada yan tarafta birşey gördü, kafasını çevirdi. Ben de teşebbüs etmiş bulunmuştum. O anda mal gibi kalmamak için ben de onun baktığı yere baktım. Sonra o tekrar bana döndü. Onun bana odaklandığından emin oluncaya kadar yüzümü çevirmedim. Sonra ona döndüm. Bu sefer o yaklaşıp öptü. Benim hoşuma gitti. O çok eğlendi.

20 Mayıs 2010 Perşembe

19 Mayıs 2010 Çarşamba

chat

- u want sex?
- yeah, sounds good.
- ASL PLS?
- Senin lütfenini yiyim, sure canım.
- Well, let's start with 'A'. 23'den gün aldım ama sakallı 27, sakalsız 19 gösteririm. Yelpazem geniştir yani.
- 'S' ise sapına kadarr!!
- 'L' nin durumu biraz karışık. Sınav dönemleri belli olmuyor ama şimdilik milano diyelim ama 1 sene sonra Tr'ye dönmeyi düşünüyorum. Okul uzarsa belki sadece sınav dönemleri milano'ya gelirim. Güzel yurdumda, gavur izmirimde oturuyorum. Tabi bunun askerliği var, çalışması var. Malum, izmir'de iş yok, ah şu expo'yu bir alsak.. Tabi senede de 1-2 büyük ziyareti için anadolu yolları..
- e, offline oldun!?..



Cennetten bir emlak şirketi: " Türbanla mücadele etti ama allah onun da başını kapattı."
Kapak(!): "Türkan Saylan ergenekondan yırtmak için öldü."

anımsa



Yurdun bahçesinde kırmızı bir karanfil çıktı.
Koparıp, kitabın arasına koyamadım.
Kıyamadım.
Şimdi sürekli sen aklıma geliceksin.

18 Mayıs 2010 Salı

vespa

hayalim


Yıl 2017, yolun yarısına 5 kala..

İzmir' deyim.

Çok iyi olmasada güzel bir işim var.

İş yerimden kırmızı vespamla dönüyorum eve.

Yorgunum ama hissetmiyorum, çünkü bugün cuma.

Kız arkadaşımla buluşuyorum.

Siyah eteği, siyah çorabı ve kırmızı topuklu ayakkabısıyla evinin önünde beni bekliyor.

Vespamla alıyorum onu.

Çok sayıda davet almışız. Ama biz beraber geçirmek istiyoruz geceyi.

Sardunyas'a gidiyoruz.

Arkasından karaoke.

Sonra renkli kasklarımızı takarak, İzmir'i yukarıdan gören bir yere gidiyoruz.

Yanımızda şampanya var.

Vespanın radyosunu açıyorum. Cızırtılı bir şekilde Louis Armstrong'dan La Vie En Rose çalıyor.

O sırada onun manzaraya bakmasını sağlıyorum.

O kadehine ve manzarasına dalmışken, ben yüzüğü çıkarıyorum.

Evlenme teklifi ediyorum.

Tabi kabul etmiyor, naz yapması lazım.

Louis'in çatallı sesi daha gür çıkmaya başlıyor.

Gözümün içine bakıyor, gözünün içine bakıyorum.

Sarılıp, şarkıyı bitiriyoruz.

Gecenin sonuna vespa karar veriyor.

ritim

Simona' nın tiki var. Sıkıldığı zamanlar parmaklarıyla ritim tutar.
Dün seviştik.
Sırtımda ritim tuttu.

Gözyaşı Ötenazisi

Zamanın belirsiz, hayatın flu aktığı günlerdeydi. Elimde penguen, masada biralar, yanımda arkadaşlar, Gazi Kadınlar' da zaman avındaydık. "Merhaba" dedi, en güzel sesiyle. Döndüm, kör edici bir ışık hüzmesi içinde gördüm onu. Herşey ilk anda oldu. İlk anda olmasaydı, olmamalıydı zaten. O ışığın sebep olduğu ilk damla o an düştü gözüme. Yaşıyorum dedirtti.
Yıllar geçti üzerinden..
O damla sadakatinden bıkmışçasına yerinden oynadı. Kirpiklerimle teker teker vedalaştı. Gitmek için hazırlanır bir hali vardı. Yıllardır su almayan ayakkabımda, şimdi çorabımı nemli hissediyordum. Belli ki yıllar yine formundaydı. Göz pınarımın üzerinden süzülünceye kadar farkedemedim ilerlemesini. Tutunamadı daha fazla. Yanağımdan aşağı indi. Son bir çabayla yavaşladı, sanki o da istemiyordu ama toprak ta onun için hazırdı artık. Bu onun son akışı olacaktı. Bir an önce gitsin istedim bende, daha fazla durmasın. Aşağı düşerken, o ışığı tekrar gördüm. Düştüğünde anladım akıp gidenin sadece o damla olmadığını, göz kapağımdaki yeri dolmucak boşluğu kabul ettiğimi..

O boşluk dolmadı. Bir daha yaş akmadı.

14 Mayıs 2010 Cuma

vavien

Rusya ile Türkiye arasında vize kaldırıldı!
Gözden kaçan bir nokta; anlaşmayı vavien misali düşünülmeli. Sınırlar iki tarafa da açık olacak. Bu bana yabancı sermayenin ülkeye girişindeki yaptırımları hatırlattı. Farz-ı misal, Starbucks' ın ülkemize girmesiyle, özenti insanımızın türk kahvesini 2. plana atması gibi.
Şimdi basit bir soru geliyor aklıma..

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Previously on ALES

Eskiden beridir mutlimedia ile çok aşna fişne oluyorm diye, ailede sözü geçen bireyler tarafından “kalk o pc-tv nin başından da ders calış!” nidalarına, bilg. müh. okuyarak nokta koymuştum. Öyle ki radyasyonu daha az diye, lcd ekran bile aldırmıştım masaüstüne. anlıcağın o nefret, yatırıma dönüşmüştü artık. bu açıdan ben kendi götümü kurtarmıştım ama şimdi eğitim sistemimiz sayesinde işletme okuyarakta o nutuklardan tamamen kurtulmak mümkün! Nasıl mı? En son yapılan ALES sınavında lost' dan soru çıkmış!! Artık, yeterki sen oku, diye gözünün içine bakan fedakar ebeveyne resmi bir belge ile cnbc-e izletmek mümkün! Soru genel bir dizi tanıtımından sonra şu şekilde son buluyor: “lost’u kim izlemez?”.. Hani bi incelik yapmışın, güncel soru sormuşun, bari mantıklı olsun di mi.. ya kim niye izlemesin lostu!?=) ok, bokunu çıkarma deyiminin hakkını sonuna kadar veriyor olabilirler ama bu izlememek için bi sebep değil ki. Hepsinden önce genel kültür olayı. Benjamin'i, J.locke' u tanıyan bir lost izleyicisi olarak bu olaya tepkisiz kalamadım ve düşündüm. Neden lost, neden ales’te?!!.. Sınavda, birbirinden farklı hikayeleri olan insanları aynı sınıfta topluolar. Bunlardan, sınavın ertesi gününde dişine dolgu yaptırmak isteyen bir hasta, dişçiyi gördüğünde, "aaa siz Cumhuriyet ilköğretim okulu 2-A sınıfında değil miydiniz?", diye soruyor. "Hani cam kenarındaydım, suyu içerken dudağımı tam kapatamadım, su dökülmüştü, cevap kağıdım ıslanmıştı", şeklinde kendini hatırlatıyor. Dişçideki kısa loading süresinin ardından şaşkın bir şekilde olanları hatırlıyorlar. Sonra bu olay bir çesit destinye bağlanıyor ve hepsinin hayatları değişiyor. Eski hayatlarına kavuşmanın da tek yolunun, aynı kadroyla ÜDS' ye girmek olduğunu öğreniyorlar..
Fısır fısır bir şeyler geliyor kulağıma, cok korkuyorum..

11 Mayıs 2010 Salı

Uyarı!

Söz konusu bloğumun isim hakkının manipulelere maruz kalıp, sosyal networklerde duvarlara konu olmasından ötürü bu açıklamayı yapmayı uygun görmüş bulmaktayım.
Literatürde “savranimo” kelimesi, tarihte ilk kez 15 ekim 2009 da bir msn konusmasında, bebek firarda filminden beri tanıdığım, canım arkadasım Birnur E. tarafından bana söylenmiştir. O günden bu yana bu söz defalarca tekrarlanıp, kalıplaşmış bir hitap özelliği kazanmıştır.
savranimo markasının doğusundaki isim anneliğinden ötürü, burdan kendisine en içten eyvallahımı sunmaktan mutluluk duyarım.

Kind Regards

10 Mayıs 2010 Pazartesi

"Sana şöyle bir çakarım.."

rte ulusa seslendi: sigara içene en az 3 tokat!
bunu yaparkende 6 numaralı bakış..getir yanyana 36.. oldu mu sana akp nin 36. sigarayı bırakanı..
konsept karıştı, neyse..

PS: 'çakarım' dan kasıt, tokat yoluyladır umarım..

the efes pilsen thing..

Az önce, ilk okumamdan sonra gözümü ovuşturup, tekrar okumaya iticek bir haber okudum.
Aslında durum sadece efes pilsen basket takımıyla ilgili deil. Genel alkol düzenlemesiyle ilgili..
Bu ülkenin sorun katsayısı bu kadar yüksekken, tarantino'nun bıçaklara olan ilgisinden daha yoğun bir şekilde sürekli örtülerle ve tekel ürünleriyle ilgilenilmesi niye?
Euro yu düşür, tersane aç, burs ver, yeşili koru, ne biliyim.. ama bırak şu alkolün-sigaranın peşini.. üstünde yazıyor zaten kabak gibi, bir de reklamını yasakladın diye bağımlı insanın aklına gelmicek mi sigara icmek? Tamamen lüzumsuzluk hamleleri..eğer o insanın iradesi yoksa zaten, bırak ölsün aq.. Zaten böle yasaklanınca ürünleri kullanmayan insanda da merak uyandırır. İnanmıosan google it!
Neyse, gelelim düzenlemenin efes pilsen’ e dokunan kısmına..Artık üretici firmanın ismini, amblemini veya herhangi bi zımbırtısını kullanarak reklam-tanıtım yapılamıcak vs vs.. Bu durumun sosyal ve siyasi yönünden veya “irana benzicez, sıçtık!” vb. yakarmalarından cok benim üzüldüğüm diğer kısmı. Eğer yönerge yasalaşırsa bu şu demek olucak; bundan sonra efesin duzenledigi, oneLove, Rock'nDark, Blues festival, efes world cuplar, tuborg sponsorlugundaki konserler ve festivaller olmicak. artık o brand hicbir yerde gözükmücek. E bu markalar da babalarının hayrına bu kumpanyaları yapmadıklarından, zaten bir cacık olmayan ülkemiz iyice kısırlaşıcak. Tabi organizasyonlarda ice tea içmeye ikna edilebilirse insanlar, hala şansımız sürmekte..

"Üç büyük takımın birinin başında ben olsam, rakip takım orta sahayı geçerse şerefsizim.."

Ben yılmaz vurala inanıyorum. Şans verilirse kozasından çıkıp kelebek gibi uçacaktır. Kırmızı ışıkta bekleyen bi yarış arabası gibi senelerdir her fırsatta beni alın diye bağırıyor adamcağız.. Sarfettiği her sözünede saygım var. Ne kadar tr'nin mourinho'su olma şansını, barcelona gibi futbol oynuoruz, diyerek kaybetsede, neden olmasın?? rijkaard'dan, kalli'den, daum'dan ne kadar kötü olabilir ki??

ben inanıyorum, ama yinede ilk tecrübesini fenerle yaşamalı=)

7 Mayıs 2010 Cuma

"bill" bakalım kim?

Şu an itibariyle baykal'ında sex kasedi olduğunu öğrenmiş bulunmaktayım. Bence bu olay "iktidara daha gelemedim ama kendime iktidarsız da dedirtmem" açılımı olsa gerek. Sonuçta ünlü liderleri örnek aldığını düşünebilir bu halk, ama hangi yönden.. Berlusconi'nin kafasına heykel yemesiyle başlayan, dayak yiyenin oyunun arttığı şu globally hassas dünyada, bu da bi çesit oy toplama yöntemi olabilir.. Artık iktidarı başka yerlerde arıyor, yazık, gibisinden. Halk, kaç puan pardon oy topladığını videodan sonra karar verirse iş hakettigi yere varır. Bahsi geçen kasedi izlememiş olmanın verdiği zihin açıklığıyla söylüyorum ki ali kırca'dan daha kötü olamaz, heralde..

6 Mayıs 2010 Perşembe

multimedia

45 sf kitap, 3 bölüm lost, 2 bölüm himym, 6 kutu bira.. peki bu kadar tatminkar entelliğin ardından, youtube'a doğus type etmek niye?! neyse şarkı iyiydi ama daha ilk klipte tişörtünü çıkarınca moralim bozulup, kapattım. Travma ucuz atlatıldı..

4 Mayıs 2010 Salı

miss(ed)

i miss sıla,
miss kokorec,
miss tantuni.
miss gibidir efesi,
miss turkey'si..

Brrr..

Oki, anladım. Milano soğuk! That's the fact. İyi de arkadaşım mayısa girdik yaa! 'Bahar' 3lemesinin sonuncusu.. Geçen haftanın acısı mı bu? Sonucta 26 derece sıcağı insanlarla tanıstırıp, tekrar 12 ye düşürülmez ki! Bu hava durumunun yaptığına birşey denir ama.. gösterip de vermeme şeklinde paraphrase edeyim. Tr'ye balkanlardan gelen hava dalgaları burdan gidiyor olsa gerek.. Ama kesin bir tezim var ki; son girişimleri hızlandırmak ve hala kazakla-bol hamile kıyafetleriyle dolaşabilmek adına, yaz öncesi zaman kazanmak isteyen baayan arkadaşların beddualarındandır havanın bu hali.

PS: söz meclisten dışarı..

3 Mayıs 2010 Pazartesi

metamorfoz

Sıradan bir mayıs günü başlangıcı..sabah güneşinin, panjurun aralıklarından, ekranına vurduğu laptopumun başında, randomly Pixies şarkıları eşliğinde uyanmaya çalışırken, facebook tan pixies konserine invitation gelmesinin ve tarihin 06.06 şeklinde olmasının, bugünün devamının sıradan olmıyacağının bi göstergesi mi.. ki?

1 Mayıs 2010 Cumartesi

ya ba da ba du!!!

Bloggy olmusum,
ilk postumu koymusum,
ohannesburger olur bu!!!